BALARILARI



Allah Kuran'ın pek çok ayetinde yeryüzündeki ve gökyüzündeki kusursuz dengeye dikkat çeker ve bu konular üzerinde düşünülmesini ister. Çünkü düşünen insan Allah'ın ayetlerini görür ve Rabbini daha iyi tanır.
Kuran'da bazı canlılara özellikle dikkat çekilmiştir. Bunlardan bir tanesi de arılardır.
Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır... (Nahl Suresi, 68-69
Arılar herkesin varlığından haberdar olduğu küçük canlılardır. Şimdi bu canlılar hakkında birkaç basit soru soralım. Arılar ne yaparlar? Bu, herkesin cevabını bildiği bir sorudur; arılar bal yaparlar, petek yaparlar. Tekrar soru soralım: Peki arılar niçin bal yaparlar?


Bazı insanlar bu sorunun cevabının öneminin farkında bile değildir. Kimi bu konu üzerinde düşünmemiştir bile. Kimileri de arının Darwin'in tarif ettiği gibi bir evrim süreci sonunda var olduğunu savunur. Söz konusu evrimci çevrelere göre arılar diğer bütün canlılar gibi bir tesadüfler zinciri sonucunda ortaya çıkmışlardır. "İçgüdü" denilen bir dürtü de yine rastlantılar sonucunda arılara bal yapmayı öğretmiştir.
Ancak sorunun asıl doğru cevabı, insan için çok önemli olan bir konuyu içerir. Arı, birçok mükemmel özelliğiyle birlikte Allah tarafından yaratılmıştır ve O'nun ilhamıyla insanlar için bal üretmektedir.
Şimdi Allah'ın Kuran'da bahsettiği bu yaratılış delilini birlikte inceleyelim.
Arılar toplu yaşayan canlılardır ve bir kovanda yaşamın devamlılığını sağlamak için hep birlikte çalışırlar. 60-70 bin arının yaşadığı bir kovanda düzen nasıl sağlanır? Nasıl olur da hiç karışıklık çıkmaz? Bu düzeni arıların kendilerinin oluşturması mümkün müdür? Bütün bu soruların cevapları insanlarla arılar karşılaştırılarak verilecek olursa kovanda sağlanmış olan kusursuz düzendeki olağanüstülük daha iyi anlaşılacaktır.
Birlikte iş yapmak üzere biraraya gelmiş insan topluluklarında en zor aşama, çalışma planının ve görev organizasyonunun yapılmasıdır. Eğer bulunulan yer bir fabrikaysa, işçilerin başında usta başları, usta başlarının başında mühendisler, mühendislerin başlarında idari kadro, idari kadronun üzerinde genel müdür bulunur. Fabrikanın verimli çalışması için oldukça büyük emek ve para harcanır. Kısa ve uzun dönem planları yapılır, istatistikler çıkarılır. Üretim sırasında daha önceden hazırlanmış üretim planları kullanılır ve her aşamada kalite kontrolü yapılır. Ustabaşlarının, mühendislerin, idari kadro ve üst düzey yöneticilerin herbiri görevlerine gelmeden önce yıllarca süren akademik veya pratik eğitimden geçmişlerdir.
Ancak bütün bu verilen örnekler ve benzeri organizasyonların tam olarak kurulması ve eksiksiz işlemesi sonucunda, birkaç yüz insanın uyum içinde çalışması sağlanır.
Birkaç yüz akıl ve irade sahibi insanı birarada çalıştırmak için böylesine detaylı bir organizasyon gerekirken, on binlerce arı hiçbir insan topluluğunun başaramayacağı mükemmellikte bir organizasyon içinde çalışmaktadırlar. Peki ama nasıl? Bu sorunun cevabını da yine insanlarla arıları karşılaştırarak verelim.
Arılar insanlar gibi eğitimden geçmezler. Her biri görevini doğar doğmaz yerine getirmeye başlar. Fabrikadaki her eleman kendi çıkarları için çalışır. Oysa arıların yaptıkları işten kişisel bir çıkarları yoktur.
Fabrikada işçisinden, idari personeline kadar her çalışanın bir çalışma saati, tatil hakkı varken, arılar ömürleri boyunca hiç durmadan insanlar için çalışır dururlar.
Peki bu kadar kusursuz bir düzeni sağlayan nedir? Tesadüfler 60-70 bin arıyı biraraya getirip de düzene sokabilir mi? Tesadüfler on binlerce arının her birine kendi yapacağı işi öğretip karışıklık çıkmamasını sağlayacak bir sistemi oluşturabilir mi?
Tabii ki hayır. Tesadüfler kesinlikle bir düzen oluşturamazlar. Tesadüfler sadece karmaşa ortaya çıkarırlar. Tüm evrende var olan düzen gibi, arıların hayatlarındaki düzen de tesadüflerin eseri olamaz.
Bir kovanda uyum içinde yaşayan on binlerce arının hepsini aynı makinanın dişlileriymiş gibi uyum içinde, hiç durmaksızın çalıştıran Allah'tır. Arılar da yeryüzündeki tüm canlılar gibi Allah'ın ilhamıyla hareket ederler. Bu gerçek Nahl Suresi'nde şöyle bildirilmektedir:
Rabbin bal arısına vahyetti: Dağlarda, ağaçlarda ve onların kurdukları çardaklarda kendine evler edin. Sonra meyvelerin tümünden ye, böylece Rabbinin sana kolaylaştırdığı yollarda yürü-uçuver. Onların karınlarından türlü renklerde şerbetler çıkar, onda insanlar için bir şifa vardır. Şüphesiz düşünen bir topluluk için gerçekten bunda bir ayet vardır. (Nahl Suresi, 68-69)
Kovandaki Düzen
Bir kovanda işçi arılar, kraliçe arı ve erkek arılar bulunur. İşçi arılar kovandaki bütün işleri üstlenmişlerdir ve büyüdükleri hücreden çıktıkları andan itibaren gelişimleri ile orantılı olarak kovan içindeki görevleri de değişir. İşçi arılar yaşamları boyunca kovan içindeki her türlü işle ilgilenmiş olurlar. İlk üç günleri kovan temizleyicisi olarak geçer.
1. Kovanda Temizlik: Kovan temizliği arıların ve larvaların sağlığı açısından çok önemlidir. Arılar kovanda gereksiz gördükleri herşeyi dışarı taşırlar, taşıyamayacakları kadar büyük olan ve kovana dışarıdan giren böcekleri de öldürürler ve bir maddeyle kaplayarak bir nevi mumyalama işlemi yaparlar. Dikkat edilirse burada çok ilginç ayrıntılar vardır. Öncelikle arılar ölen bir canlının hem bozulacağını bilmekte hem de kendilerine zarar vermesini engellemek için mumyalanması gerektiğini bilmektedirler. Ayrıca arılar bu işlemde çok özel bir madde olan "propolis"i kullanırlar. Propolisin özelliği, içinde bakteri barınamamasıdır. Yani mumyalama işi için ideal bir maddedir. Acaba arılar bu maddenin mumyalama için ideal bir madde olduğunu nereden bilirler ve bunu nasıl üretirler?
Arıların bu konuda bir bilgilerinin bulunmadığı açıktır. Kendi kendilerine ne ölen canlıların bedenlerinin bozulacağını bilmelerine, ne propolis gibi bir maddeden haberdar olmalarına, ne de mumyalama gibi bir işlemi akletmelerine imkan yoktur. Akıl ve bilgi gerektiren bütün bu işlemleri tesadüfen de bulmuş olamazlar. Bu bilgiler arılara yaratıcıları olan Allah tarafından ilham edilmektedir.
2. Bakıcı arılar: Arılar 3. günden sonraki bir hafta boyunca ise adeta dadılık yaparlar. Vücutlarındaki bazı salgı bezlerinin harekete geçmesi üzerine, aniden larvaların bakımı işine yönelirler. Larvaların bütün bakımıyla 3 ila 10 günlük arılar ilgilenirler. Larvaların kimini arı sütüyle, kimini de bal-çiçek tozu karışımıyla beslerler.
3. Petek mimarları: 10. gününden itibaren işçilerin karnındaki balmumu bezleri gelişmeye başlar ve balmumu yapacak hale gelirler. İşçi arılar artık balmumuyla petek inşa eden inşaat işçileridirler.
4. Gardiyan Arılar: Arılar 10 gün boyunca petek üretimine devam ederler. Ama doğumlarının 20. gününde yine görev değiştirirler. Bu kez kovan girişinde gardiyanlık yaparlar. Arıların vücudunda yine bir değişim olur ve iğne bezleri zehir üretmeye başlar ve gardiyan olan arılar kovan kapısında nöbet tutarak davetsiz misafirlerin içeri girmesini engellerler.
Dış görünüş olarak arılar birbirlerine çok benzerler. Bu benzerliğe rağmen kovana giren herhangi bir yabancı arı hemen tanınır ve anında kovandan dışarı atılır ya da öldürülür. Bu noktada akla hemen bir soru gelir; arılar birbirlerini nasıl tanırlar?
Her kovanda kraliçenin salgıladığı kimyasal bir madde vardır ve bu madde kovandaki bütün arılar tarafından bilinir. Ayrıca kovandaki bütün arılar da bu maddeyi kraliçeden alırlar yani kraliçe ile aynı kokuya sahip olurlar. İşte bu madde sayesinde aynı kolonideki bütün bireyler birbirlerini kolaylıkla tanırlar.
5. Polen toplayıcısı arılar: Arılar toplam altı haftalık hayatlarının kalan bölümünde çiçekleri araştıran birer balözü toplayıcısı olurlar.
İşçi arılar kovandaki bütün bu işleri yaparken kraliçe arıya düşen görev sadece üremektir. Kraliçe arı bütün ömrü boyunca hiç durmadan yumurtlar, ve bütün ihtiyaçları işçi arılar tarafından karşılanır.
Arıların yaşamındaki bu ilginç süreç, karşımıza pek çok soru çıkarmaktadır. Dünyaya gözlerini yeni açan bir canlı, arı gibi hiçbir aklı, zekası olmayan bir böcek, nasıl olmaktadır da yapması gereken işleri harfiyyen bilmektedir? Nasıl olmaktadır da bu hayvanın vücudu, önce temizlik yapmaya ayarlı iken, bir anda bazı salgı bezlerinin harekete geçmesiyle larvalara bakmaya uygun hale gelmektedir. 4-5 gün öncesinde kendisi bir larva olan arı, bunları nasıl akletmektedir? Yine birdenbire vücudu değişerek balmumu salgılamaya uygun hale gelmekte ve birdenbire bir inşaat işçisine ve daha sonra yine değişerek bir gardiyana dönüşmektedir.
Görüldüğü gibi kovan içinde kusursuz bir düzen vardır ve bu düzen sayesinde 60-70 bin arı hiçbir karışıklık çıkmadan yaşamlarını sürdürürler. Bu kusursuz düzeni kuran ve devamlılığını sağlayan hiç kuşkusuz ki arıların aklı, tecrübesi ya da kusursuz organizasyon yetenekleri değildir. Arılar da yeryüzündeki diğer bütün canlılar gibi üstün bir ilmin sahibi olan Allah'a boyun eğmişlerdir ve O'nun ilhamıyla hareket etmektedirler.

MEYVA VE SEBZELERDEKİ EŞSİZ SANAT


Aynı kuru topraktan çıkan, aynı su ile sulanan meyveler ve sebzeler inanılmaz bir çeşitliliğe sahiptir. Meyvelerin ve sebzelerin lezzetleri, kokuları ve tadları düşünüldüğünde akla böyle bir çeşitliliğin nasıl ortaya çıktığı sorusu gelecektir. Aynı topraktan, aynı suyu ve mineralleri kullanarak, farklı tad ve kokuları yüzyılardır hiç şaşırmadan ve birbirlerine karıştırmadan tutturanlar, elbette ki üzümlerin, karpuzların, kavunların, kivilerin, ananasların kendileri değildir. Bu benzersiz lezzet, görünüş ve tad onlara Allah tarafından verilmektedir.
Gerek hayvanlar gerekse insanlar, bitkilerin üretmiş olduğu besinleri tüketerek hayatlarını sürdürebilecek enerjiyi elde ederler. Yani bitkiler tüm canlılara fayda vermek için nimet olarak yaratılmışlardır. Bu nimetlerin çoğu da insan için özel olarak tasarlanmıştır. Çevremize, yediklerimize bakarak düşünelim. Üzüm asmasının kupkuru sapına bakalım, incecik köklerine…
En ufak bir çekme ile kolayca kopabilecek görünümdeki bu kupkuru yapıdan elli altmış kilo ağırlığında, insana lezzet vermek için rengi, kokusu, tadı, kısaca herşeyi özel olarak tasarlanmış sulu üzümler çıkar. Bir de karpuzları düşünelim. Yine kuru topraktan çıkan bu sulu meyve insanın tam ihtiyaç duyacağı bir mevsimde, yani yazın gelişir. İlk ortaya çıktığı andan itibaren bir koku eksperi gibi hiç bozulma olmadan tutturulan o muhteşem kavun kokusunu ve o ünlü lezzetini de düşünelim. İnsanlar fabrikalarda koku üretimi yaparken sürekli kontrol yapar, aynı kokuyu tutturabilmek için büyük bir emek sarfederler; ama meyvelerdeki kokunun tutturulması için herhangi bir kontrole ihtiyaç yoktur.
Tüm bunların yanısıra her meyve mevsimine uygun bir içeriğe sahiptir. Örneğin, kış mevsiminde C vitamini yüklü, enerji veren mandalinalar, portakallar vardır. Sebzelerde de canlıların ihtiyaç duyacağı her türlü mineral ve vitamin mevcuttur. Sebze ve meyvelerin incecik kökleri, kara topraktan çektikleri kimyasal maddeleri fotosentez işlemi sonucunda son derece faydalı besin maddelerine dönüştürürler.
Bu şekilde düşünerek yeryüzündeki bitkilerin tümünü inceleyebiliriz. Bu incelemenin sonunda elde ettiğimiz sonuç, bitkilerin insanlar ve tüm canlılar için özel olarak tasarlanmış, yani yaratılmış oldukları sonucu olacaktır. Alemlerin Rabbi olan Allah tüm besinleri canlılar için var etmiştir ve bunları, her birinin tadı, kokusu, faydası çeşit çeşit olacak şekilde yaratmıştır. Bu da O'nun yaratmadaki gücünü ve eşsiz sanatını gösterir:
Yerde sizin için üretip-türettiği çeşitli renklerdekileri de (faydanıza verdi). Şüphesiz bunda, öğüt alıp düşünen bir topluluk için ayetler vardır. (Nahl Suresi, 13)

''EL'' MUCİZESİ



Bir çayı karıştırmak, gazetenin sayfalarını çevirmek, yazı yazmak gibi sıradan gördüğümüz işlemleri yürüten elimiz gerçekte inanılmaz bir mühendislik harikası olarak çalışmaktadır.
Elin en önemli özelliği, tamamen standart bir yapısı olmasına rağmen birbirinden çok farklı kullanım alanlarında büyük bir verimle işlemesidir. Çok sayıda kas ve sinire sahip olan kollarımız, şartlara göre elimizin kuvvetli veya yumuşak kavramasında yardımcı olurlar. Mesela; insan eli, yumruk sıkılmamış haldeyken bile herhangi bir nesnenin üzerine 45 kilo ağırlığında bir güçle darbe indirebilir; diğer taraftan da başparmak ve işaret parmağı arasına aldığı, milimetrenin onda biri inceliğindeki bir kağıt parçasını da hissedebilir.Görüldüğü gibi bu iki işlem de birbirinden tamamen farklı niteliklere sahip işlemlerdir. Biri çok ince bir ayar gerektirirken, diğeri tam tersine büyük bir güç gerektirmektedir. Ama biz, kağıdı alırken de, yumruk atarken de 1 saniye bile nasıl yapmamız gerektiğini düşünmeyiz, ikisi arasındaki güç farkını ayarlamayı da düşünmeyiz. "Şimdi bir kağıt alacağım en iyisi 500 gramlık bir güç uygulayayım, şimdi de su dolu kovayı kaldıracağım bunun için de 40 kiloluk bir güç uygulayayım" demeyiz. Bunlar aklımıza bile gelmez.
Çünkü insan eli bütün bu işlemleri aynı anda yapabilecek şekilde tasarlanmıştır. El, bütün özellikleriyle birlikte, kendisine bağlı bütün yapılarla birlikte aynı anda yaratılmıştır.
Eldeki bütün parmaklar, işlevlerine göre en uygun uzunluktadırlar ve en uygun yerdedirler, ayrıca birbirlerine orantılıdırlar. Mesela, normal başparmağa sahip bir elle atılan yumruğun gücü, normalden daha kısa bir başparmağa sahip elin attığı yumruğun gücünden daha fazladır. Çünkü başparmak, kendisi için seçilen uygun uzunluk sayesinde diğer parmakların üzerine kıvrılabilmekte, böylece onları destekleyerek güç arttırımını sağlamaktadır.


Diğer yandan el genelde gözün ortaklığıyla işleyen bir organdır. Gözün algıladığı sinyaller beyne ulaştırılır ve beyinden gelen yeni bir komutla; el, yapacağı işe uygun olarak harekete geçer. Tabii ki bunlar çok kısa sürede ve bizim bu iş için özel bir çaba sarf etmemize gerek kalmadan gerçekleşir. Robot eller ise, ancak ya görme ya da dokunma özelliğini esas alarak hareket edebilirler. Yapacakları her işlem için farklı komutlar verilmesi gereklidir. Ayrıca robot eller farklı farklı fonksiyonları da yerine getiremezler. Örneğin piyano çalabilen bir robot el, çekiç tutamaz. Çekiç tutan bir robot el ise yumurtayı kırmadan tutamaz. Yoğun araştırmalar sonucunda yeni yeni üretilmeye başlayan bazı robot eller, bu işlemlerin 2-3 tanesini bir arada yapabilmektedir ama bu, elin kabiliyetlerinin yanında son derece ilkel kalmaktadır.


Tüm bunların üstüne; insanda iki elin aynı anda, mükemmel bir uyumla çalıştığı da eklenince, eldeki tasarımın kusursuzluğu daha net ortaya çıkmaktadır.
El, insanlar için Allah tarafından, özel olarak tasarlanmış bir organdır. Her özelliğiyle Allah'ın yaratma sanatındaki kusursuzluğu ve örneksizliği bizlere gösterir.
Allah, sizi bir za'ftan yarattı, sonra (bu) za'fın ardından bir kuvvet kıldı, sonra bu kuvvetin ardından da bir za'f ve yaşlılık verdi... (Rum Suresi, 54

YUNUSLARIN SES DALGALARI VE SONAR TEKNOLOJİSİ




Ses, havada ve suda dalgalar halinde yayılır ve bu dalgalar herhangi bir cisme çarparsa geri döner. Eğer yeterli bilgi ve teknolojiye sahipseniz, dönen dalgalardan bu cisim hakkında çeşitli bilgiler edinebilirsiniz: Dalga kaynağının sizden ne kadar uzakta olduğu, büyüklüğü ya da ne yöne, hangi hızla hareket ettiği gibi...
Ses ve basınç dalgalarını kullanarak objelerin yerini tespit etme teknolojisi 20. yüzyılda geliştirilmiştir. Bu teknoloji, her ne kadar savaşta kullanılmak amacıyla geliştirilmişse de, günümüzde batık gemilerin yerlerini belirleme ya da deniz dibi haritalarının çıkarılması gibi amaçlarla kullanılmaktadır. Ancak doğadaki canlılar bundan milyonlarca yıl önce, henüz insanlar bu sistemleri keşfetmemişken, etrafa yayılan ses dalgalarını kullanıyor ve bu sayede yaşamlarını sürdürüyorlardı.
Örneğin yunuslar, yarasalar, balıklar ve güveler yaratıldıkları ilk andan beri "sonar" adı verilen bu sisteme sahip olan canlılardandır. Üstelik bu sistemler bugün bizim kullandıklarımızdan çok daha duyarlı ve kullanışlıdır.
Yunuslar, başlarında bulunan "melon" (kavun) adındaki özel bir organdan sıklığı saniyede 200 bin titreşime ulaşan ses dalgaları yollar. Bu canlı, kafasını hareket ettirerek dalgaları istediği tarafa doğru yönlendirebilir. Yayılan ses dalgaları katı bir cisme çarptığında yansıyarak yunusa geri döner. Balığın ağzının alt tarafı alıcı görevi görür. Alınan dalgalar önce iç kulağa, oradan da beyne gönderilir. Bu veriler oldukça hızlı olarak yorumlanır. Bu yorumlama sayesinde son derece hassas ve kesin bilgiler elde edilir. Yunus, bu sayede ses dalgasının çarptığı objenin hareket yönünü, hızını ve büyüklüğünü ayrıntılarıyla belirleyebilir.1
Yunusun dalgaları yorumlama sistemi o kadar üstündür ki, bir balık sürüsü içindeki tek bir balığı bile izleyebilir.Hatta zifiri karanlıkta suda kendinden 3 km. uzakta duran iki ayrı metal parayı birbirinden ayırt edebilir.
Günümüzde, gemilerde ve denizaltılarda yön ve hedef tayininde SONAR adı verilen cihaz kullanılır. Sonarların çalışma prensibi, yunusların ses dalgalarını kullanma sistemiyle aynıdır.


ABD'de Yale Üniveritesi'nde keşif amacı ile kullanılacak bir robot geliştirilmiştir. Robotta, profesör ve aynı zamanda elektrik mühendisi olan Roman Kuc'un yunusların sonarını taklit ederek yaptığı sonar sistemi kullanılmıştır. Bu başarısına rağmen 10 yıldır ses üstü algılayıcılar ve robot teknolojisi üzerine çalışan profesör Kuc doğaya dikkat çekerek şöyle demektedir:
Sonar yapımı için doğaya daha yakından bakmalıyız, gözden kaçırdığımız herhangi bir şey olabilir.
Birisi size ses dalgalarının deniz suyunda saniyede 1500 m. hızla ilerlediğini söylese ve şöyle bir soru sorsa: İçinde bulunduğunuz bir denizaltıdan bir gemiye gönderilen ses dalgaları 4 saniye sonra geri geliyorsa gemi ne kadar uzaktadır?
Yapacağınız hesaplama sonucunda bulacağınız sonuç, 3 km. olacaktır. Yunuslar da benzer hesaplamaları büyük bir rahatlıkla yaparlar. Ancak elbette ki yunuslar ne ses dalgalarının sudaki yayılma hızını, ne çarpma işlemini ne de bölme yapmayı bilirler. Bu da bize, bütün bu işlemlerin yunuslar tarafından yapılmadığını, onların sadece Allah'ın kendilerine emrettiği şekilde hareket ettiklerini açık olarak gösterir.
Evrimciler, yunuslardaki sonarın çeşitli nedenlerle meydana gelen bir dizi değişiklik sonucu ortaya çıktığını iddia eder. Bu iddia, bir rafta duran binlerce elektronik devre parçasının rüzgar ya da yer sarsıntısı gibi nedenlerle biraraya gelerek bir sonar devresini oluşturduğunu söylemekle aynı anlamda ve en az onun kadar saçmadır.


Andolsun, onlara: "Gökleri ve yeri kim yarattı?" diye soracak olsan, elbette "Allah" diyecekler. De ki: "Gördünüz mü-haber verin; Allah'tan başka taptıklarınız, eğer Allah bana bir zarar dileyecek olsa, O'nun zararını kaldırabilirler mi? Ya da bana bir rahmet vermeyi istese, O'nun rahmetini tutup-önleyebilecekler mi" De ki: "Allah, bana yeter. Tevekkül edecek olanlar, O'na tevekkül etsinler."(Zümer Suresi


MUCİZE ORGAN KALP




İnsan vücudundaki 100 trilyon hücreyi teker teker gezen dolaşım sisteminin en önemli elemanı, hiç kuşkusuz ki kalptir. Kalp; kirli ve temiz kanın birbirlerine karışmadan vücudun farklı bölgelerine pompalanmasını sağlayan dört farklı odacığıyla, emniyet sübabı görevi yapan kapakçıklarıyla son derece hassas dengeler üzerine kurulmuş bir tasarıma sahiptir.
Hiçbir müdahalemiz olmamasına rağmen yaşamımız boyunca belirli bir tempoda hiç ara vermeden atan kalbimiz, Yaratılışın açık delillerinden biridir.
Henüz anne karnındayken atmaya başlayan kalp, dakikada 70-100 atışlık bir tempoyla yaşam boyunca hiç ara vermeden çalışır; sadece her çarpma arasında yarım saniye dinlenir ve bir gün içinde yaklaşık 100.000 kez atar. Bu rakamı insan ömrünün uzunluğunu gözönüne alarak değerlendirirsek karşımıza hesaplamakta oldukça zorlanacağımız bir rakam çıkacaktır.
İşleyişinde son derece hassas bir düzen olan kalpteki bütün yapılar özel olarak tasarlanmıştır. Kalpte; temiz ve kirli kanın birbirlerine karışmamalarından, vücut basıncının ayarlanmasına, besinlerin tüm vücuda taşınması için gerekli işlemlerden, kanı gerektiği kadar pompalayan sistemlere kadar her detay için farklı bir özellik düşünülmüş ve kalp buna göre dizayn edilmiştir. İşte Kalbin özelliklerinden birkaçı;
Bir tasarım harikası olan kalpte; kesinlikle tesadüfen oluşamayacak komplekslikte bir sistem vardır. Bu özelliklerin hepsi de kendilerini tasarlayanı; yani Alemlerin Rabbi olan, kusursuz ve örneksiz Yaratan Allah'ı bize tanıtırlar.


Kalp, vücudun en güvenli yerlerinden birine yerleştirilmiştir: En önemli organlardan olan kalp, yine özel bir tasarımla göğüs kafesinin içinde yer alarak, dışarıdan gelecek darbelere karşı oldukça iyi korunmuştur.
Temiz ve kirli kan hiçbir şekilde birbirine karışmaz: Kalpte temiz ve kirli kan sürekli hareket halindedir. Özel bir doku sayesinde kalp 4 farklı özellikte odacığa bölünmüştür. Sol ve sağ kulakçıktan oluşan üst iki bölüm dolum odacıklarıdır. Kendilerine gelen kanı alttaki karıncıklara yollarlar. Buradaki hassas düzen sayesinde kanlar birbirlerine kesinlikle karışmazlar.
Kan basıncını organlara zarar vermeyecek şekilde ayarlar: Kalbimiz tek bir pompa gibi değil de yanyana duran iki pompa gibi çalışır. Her pompanın kendi kulakçığı ve karıncığı vardır. Bu bölünme aynı zamanda dolaşım sistemini de ikiye ayırır. Kalbin sağ tarafı kirli kanı nisbeten düşük bir basınçla akciğerlere yollar. Sol taraf ise temiz kanı yüksek bir basınçla tüm vücuda pompalar. Bu basınç ayarı vücut için çok önemlidir, çünkü eğer akciğere giden kan, vücuda yayılan kanla aynı basınçta pompalanmış olsaydı, akciğerler bu basınca dayanamayarak parçalanırlardı. Kalpteki mükemmel denge sayesinde akciğerlerde hiçbir zaman böyle bir problem olmaz. Çünkü kalpte kusursuz bir tasarım vardır.
Vücudun ihtiyaç duyduğu, birçok maddenin organlara iletilmesini sağlar:Kalpten gelen temiz kan, aort yoluyla dokulara yollanır ve bütün hücrelere ulaşan damarlar aracılığıyla taşıdığı oksijeni dokulara bırakır. Kan; kılcal damarlardaki bu dolaşım sırasında oksijenden başka içine aldığı hormon, besin ve diğer türden maddeleri de dokulara dağıtır.
Kanın akış yönünü düzenleyen ve son derece uyumlu çalışan kapakçıklara sahiptir:Kalpte her odacığın ağzında yer alan ve kanın akım yönünün tersine dönmesini engelleyen kapakçıklar vardır. Kulakçıklarla karıncıklar arasındaki bu kapakçıklar lifsi dokulardan oluşur. Bunlar çok ince kaslar tarafından tutulmaktadır. Bu kaslardan tek bir tanesi çalışmasa kulakçıklara doğru fazla kan akacağından, bu durumda insanı ölüme kadar götüren ağır kalp yetmezliği ortaya çıkardı. Böyle bir problemle ancak bir hastalık durumunda karşılaşırız. Aksi bir durum hiçbir zaman söz konusu olmaz.


Değişen şartlara göre, gerektiği kadar kan pompalar:Kalbin pompaladığı kan miktarı vücudun ihtiyacına göre değişir. Normal şartlarda kalp dakikada 70 kez atar. Yorucu egzersizler sırasında ise kaslarımız daha çok oksijene ihtiyaç duyduğu için, kalp çalışma temposunu dakikada 180 defaya kadar yükselterek pompaladığı kan miktarını arttırır. Böyle olmasaydı ne olurdu? Vücudun daha fazla enerjiye ihtiyaç duyduğu bir anda, kalp normal bir tempoda çalışsaydı, dengesi bozulacağından vücutta hasarlar meydana gelirdi. Oysa kalbin sahip olduğu mükemmel yapı sayesinde böyle bir şey olmaz. Bizim bir ayarlama yapmamıza gerek kalmadan kalp, pompalanacak kan miktarını kendisi ayarlar.


Kontrolümüz dışında ama gerektiği kadar çalışır: Kalbin pompalayacağı kan miktarını özel bir sinir sistemi kontrol eder. İster uykuda olalım, ister uyanık olalım sinir sistemimiz pompalanması gereken kan miktarı ve kan pompalanış hızını kendiliğinden ayarlar. Nerede, ne zaman, ne kadar kan gerektiğini hiç bir müdahale olmadan ayarlayan kalpteki yapı tek kelimeyle kusursuzdur. Bu sistemi kalp kendi kendine oluşturamayacağına ya da bu mükemmel sistem tesadüfen oluşamayacağına göre, kalp; yaratılmıştır. Sonsuz bir ilim sahibi olan Allah tarafından olabilecek en kusursuz şekilde tasarlanmıştır.
Kendine has bir elektriksel sistemle çalışır: Kalbin atmasını sağlayan ve kalp adalesi denen kas, vücudumuzda bulunan diğer kasların tümünden farklıdır. Vücuttaki adale hücreleri sadece sinir sistemi uyarıda bulununca kasılırlar. Oysa kalp adalelerinin hücreleri kendi kendilerine kasılırlar. Bu hücrelerde kendi elektriksel akımlarını başlatma ve yayma özelliği vardır. Her bir hücrenin bu yeteneği olmasına karşın hiçbiri birbirinden bağımsız olarak kasılmaz ve kendilerini kontrol eden elektriksel sistemin talimatına aykırı hareket etmez. Yani biri kasılırken diğeri gevşemek suretiyle kalbin çalışmasını sekteye uğratacak bir kargaşaya düşmezler. Bir zincir halinde duran bu hücreler elektriksel sistemden gelen emirle hep birlikte hareket ederler. Yine kusursuz bir uyum söz konusudur.
Bütün özelliklerinde de görüldüğü gibi kalpteki yapı bize ondaki kusursuz tasarımı yani "yaratılmışlığı" gösterir ve kendisini tasarlayanı tanıtır. Kendisi görünmeyen ama yarattığı herşeyde bize kendisini tanıtan, Alemlerin Rabbi olan Allah'ı tanıtır:
İşte Rabbiniz olan Allah budur. O'ndan başka ilah yoktur. Her şeyin yaratıcısıdır, öyleyse O'na kulluk edin. O, her şeyin üstünde bir vekildir. (En'am Suresi, 102)

VÜCUTDAKİ KANIN HAYATİ FONKSİYONLARI !!



Kan bedenimize canlılık vermek için yaratılmış bir yaşam sıvısıdır. Bedenimizde dolaştığı sürece onu ısıtır, soğutur, besler, korur, ona enerji verir ve içindeki zehirli maddelerin atılmasını sağlar. Bedenimizdeki haberleşmenin neredeyse tamamını üstlenir. Ayrıca damarlarda oluşan her yırtığı anında kapatır. Sistem böylelikle kendini sürekli olarak yeniler. 60 kg. ağırlığındaki bir insanın damarlarında ortalama 5 lt. kan dolaşır. Kalp, bu miktarı bedende rahatlıkla bir dakikada dolaştırabilir. Ancak, fiziksel bir zorlanma sırasında ya da spor yaparken bir dakikada bu miktarın beş katını dolaştırabilir.


Oksijen Taşıyıcısı
Soluduğumuz hava, yaşamın en gerekli maddesidir. Ateşin, odunu yakabilmesi için nasıl oksijene gereksinimi varsa, hücrelerin de enerji üretimi sırasında şekeri parçalayabilmek için oksijene gereksinimleri vardır. Bunun için, oksijenin akciğerlerden kaslara ulaştırılması gereklidir. İşte, karmaşık bir boru hattına benzetebileceğimiz kan dolaşım sistemimiz de bu görevi üstlenir. Oksijeni taşıma görevini, alyuvarların içindeki hemoglobin molekülü yerine getirir. Yassı, yuvarlak ve her iki yanı basık bir yapıda olan alyuvarların yalnızca biri neredeyse 300 milyon hemoglobin taşır. Alyuvarların, kusursuz bir çalışma sistemi vardır. Oksijeni taşımakla kalmayıp, onu gerektiği yerde de bırakabilirler. Bunu da en gerekli yer ve zamanda, örneğin çok çalışan bir kas hücresinin yanından geçerken yaparlar. Alyuvarlar, oksijeni bu şekilde gerekli dokulara verirken, şekerin yakılmasından açığa çıkan karbondioksiti de alarak akciğere taşır ve orada bırakırlar. Bunun ardından hemen yeniden oksijenle bağlanır ve onu yeniden gerekli dokulara taşırlar.
Basıncı Ayarlı Bir Akışkan
Hemoglobin molekülleri oksijenin yanısıra azotmonoksit (NO) gazını da taşır. Eğer bu gaz kanda taşınmasıydı, kan basıncı sürekli değişim gösterecekti. Hemoglobin ayrıca azotmonoksit yardımıyla bir dokuya ne kadar oksijen verileceğini de denetlemektedir.
İdeal Tasarımlı Hücreler
Alyuvarlar, miktar bakımından diğer kan hücrelerine göre çoğunluktadır. Yetişkin bir erkeğin damarlarında 30 milyar alyuvar yüzer. Bu sayıdaki alyuvarlarla bir futbol sahasının neredeyse yarısı kaplanabilir. Kanımıza, dolayısıyla tenimize renk veren hücreler alyuvarlardır. Alyuvarlar yassı disklere benzer. Esneklikleri sayesinde de en dar kılcal damarlardan ya da en küçük gözeneklerden geçebilirler. Alyuvarların bu esneklik özelliği olmasaydı, vücudun pek çok noktasında takılı kalırlardı. Çünkü kılcal damarlar yalnızca 4-5 mikrometre kalınlığındadırlar (1 mikrometre=milimetrenin binde biri). Oysa alyuvarların çapları 7,5 mikrometredir.
Eğer alyuvarlar böylesine büyük bir esneme özelliğinde yaratılmamış olsalardı ne olurdu? Bu sorunun cevabını şeker hastalığını araştıranlar bilir. Şeker hastalarının kan hücreleri genellikle esnekliklerini yitirir. Bu nedenle, hastaların gözlerindeki hassas dokular esnek olmayan kan hücreleri tarafından tıkanır. Bu tıkanma ise körlüğe yol açabilir.
Otomatik İşleyen Acil Durum Sistemi
Bir alyuvar hücresi bedende yaklaşık 120 gün dolaşır. Bu sürenin sonunda görevini tamamlamış olur ve makrofaj adlı savunma hücreleri tarafından yenir. Bu kayıp, sürekli tekrarlanan bir üretimle dengelenir. Normal koşullarda, saniyede 2,5 milyon alyuvar üretilir, ancak gerektiğinde bu sayı artırılabilir. Üretim hızı, eritropoietin adlı bir hormon yardımıyla dengelenmektedir. Örneğin kaza sonucunda oluşan ağır kanamalarda ya da burun kanaması gibi durumlarda alyuvar kaybı hızla dengelenir. Ayrıca alyuvarların ek üretimi, solunan havadaki oksijen miktarının düşmesi durumunda da gerçekleşir. Örneğin Himalaya dağlarına tırmanıyorsanız, havadaki oksijen giderek düşecek, vücut ise azalmakta olan oksijeni daha yüksek bir verimle kullanabilmek için böyle bir tedbiri kendiliğinden alacaktır.
Mükemmel Bir Ulaşım Sistemi
Kandaki hücrelerin dışında, vücuda giren birçok madde de kanın plazma denen kısmında taşınır. Bu sıvı, kan hücreleri içermediğinden sarı berrak bir renktedir. Plazma, beden ağırlığının % 5'ni oluşturur ve bunun da % 90'dan fazlası sudur. İçinde tuzlar, mineraller, karbonhidratlar, yağlar ve yüzlerce değişik türde protein yüzer. Kandaki proteinlerin bazıları taşıyıcı proteinlerdir. Bunlar yağları kendi üzerlerine bağlayıp onları gerekli dokulara ulaştırır. Eğer yağlar proteinler tarafından bu şekilde taşınmasaydı, birbirleriyle birleşir ve kanda, çorbadaki yağ öbekleri gibi, denetimsiz bir şekilde yüzerlerdi. Bu ise ölümcül sağlık sorunları meydana getirirdi.
Bedendeki özel haberci görevini ise plazmada dolaşan hormonlar üstlenir. Hormonlar, organlar ve hücreler arasında kimyasal mesajlar taşıyarak haberleşmeyi sağlar.
Albümin, sayıca en fazla olan plazma proteinidir ve bedende bir anlamda taşıyıcılık görevi yapar. Kolestrol gibi yağları, hormonları , zehirli bir safra kesesi maddesi olan sarı bilirubini ve penisilin gibi ilaçları kendine bağlar. Zehirleri karaciğerde bırakır, besin maddelerini ve hormonları ise gerekli oldukları yerlere götürür.
Özel Denetim Mekanizmaları
Besin maddelerinin, atardamarlardan gerekli oldukları dokulara ulaşabilmesi için, doku duvarını aşması gerekir. Doku duvarı, çok küçük gözeneklere sahip olsa da, hiçbir madde kendiliğinden bu duvardan geçemez. İşte bu sorunu çözen ve besinleri doku duvarından geçiren etken, kan basıncıdır. Ancak besin maddelerinin dokulara gerektiğinden fazla geçmesi durumunda ise, bu kez dokuda iltihaplanma oluşacaktır. Bu nedenle, kan basıncını dengelemek için, sıvıyı kana geri çeken bir mekanizma kurulmuştur. Bu görevi yine albümin üstlenir. Albümin, doku duvarlarındaki küçük gözeneklerden geçmek için fazla büyüktür ve kandaki yüksek yoğunluğu nedeniyle, suyu bir sünger gibi emer. Albümin olmasaydı beden, adeta suda beklemiş bir fasulye gibi şişerdi.
Beyinde ise, kandaki maddelerin denetimsiz bir biçimde doku duvarlarından geçmemesi gereklidir. Çünkü istenmeyen bir madde sinir hücrelerine (nöronlara) zarar verebilir. Bu nedenle beyin, zarar gelebilecek tüm olasılıklara karşı korunur. Gözenekler, yoğun hücre tabakaları ile kapatılmıştır. Her maddenin, dokuya kolayca ulaşmak yerine, bir kontrol noktasından geçer gibi öncelikle bu hücreleri aşması gerekir. Bu şekilde, bedenin en duyarlı organına dengeli bir besin akışı sağlanmış olur.
Vücuttaki Termostat
Kan, zehirler, gazlar, akyuvarlar, vitaminler ve başka maddeler dışında, ısıyı da taşır. Isı, hücrelerdeki enerji kazanımı sırasında yan ürün olarak açığa çıkar. Isıyı bedenin geneline dağıtmanın ve beden sıcaklığını dış ortam sıcaklığına göre ayarlamanın yaşamsal önemi vardır. Eğer vücudumuzun ısı dağıtım sistemi olmasaydı, kol gücüyle yaptğımız bir iş sonucunda kollarımız aşırı derecede ısınır, diğer bölgelerimiz ise soğuk kalırdı. Böyle bir yapı, metabolizmaya büyük zarar verdi.
İşte bu nedenle ısı bedene dağıtılır. Bunun yolu da kan dolaşımıdır. Beden geneline yayılan bu ısının düşürülmesi için de terleme mekanizması devreye girer.
Dahası, deri altındaki kan damarları genişler ve böylece kanın taşıdığı ısıyı havaya bırakması kolaylaştırılır. Bu nedenle koştuğumuz ya da yüksek tempolu başka bir fiziksel iş yaptığımız zaman, damarların genişlemesi sonucunda yüzümüz kızarır.
Kan, soğutma kadar ısıyı koruma işinde de büyük rol oynar. Soğuk bir havada derimizin altındaki kan damarları daralır.
Bundaki amaç, dışarıdaki havaya yakın olan bölgelerdeki kanı azaltmak ve böylece soğumayı minimuma indirmektedir. Üşüyen bir insanın ten renginin beyazlaşmasının nedeni, vücudun otomatik olarak aldığı bu tedbirdir.
Vücudumuzun içinde bu derece hayati görevleri olan kan, bütün özellikleriyle birlikte aynı anda, tek bir Yaratıcı tarafından yaratılmıştır.
Bu Yaratıcı, üstün ilim ve kudret sahibi olan Allah'tır.

RENKLİ DÜNYA !!



Hiçbir rengin olmadığı, kapkaranlık bir dünyada yaşamak nasıl olurdu, hiç düşündünüz mü? Bir an için tüm ön yargılarınızdan kurtularak, şimdiye kadar öğrendiğiniz her şeyi bir kenara bırakarak düşünün. Bedeninizin, çevrenizdeki insanların, denizlerin, gökyüzünün, ağaçların, çiçeklerin, kısacası her şeyin kapkara olduğunu gözünüzde canlandırmaya çalışın. Etrafınızda hiçbir rengin olmadığını düşünün. Çevrenizdeki insanların, kedilerin, köpeklerin, kuşların, kelebeklerin, meyvelerin hiç rengi olmasaydı neler hissederdiniz kafanızda canlandırmaya çalışın. Böyle bir dünyada yaşamayı hiç istemezdiniz öyle değil mi?


Çoğu insan, şimdiye kadar ne kadar renkli bir dünyada yaşadığını, nasıl olup da çevresinde böyle bir renk çeşitliliğinin olduğunu hiç düşünmemiş olabilir. Renklerin olmadığı bir dünyanın nasıl olabileceği de hiç aklına gelmemiş olabilir. Çünkü gözleri gören herkes gözünü açtığı andan itibaren renkli bir dünyayla karşılaşmıştır. Oysa kapkaranlık, renksiz bir yeryüzü modeli imkansız değildir, aksine asıl şaşırtıcı olan şu anda ışıl ışıl ve rengarenk bir dünyada yaşıyor olmamızdır.
Renksiz bir dünya denildiğinde akla siyahın, beyazın ve grinin tonlarının olduğu bir yer gelebilir. Oysa siyah, beyaz ve gri de birer renktirler. Bu yüzden insanın renksizliği hayal etmesi çok zordur. Renksizliği tarif ederken de mutlaka bir renk kullanmak zorunluluğu hissedilir. "Her şey renksiz, kapkaraydı; yüzünde renk kalmamıştı, bembeyaz olmuştu" gibi cümlelerle renksizlik ifade edilmeye çalışılır. Oysa bunlar renksizliğin değil siyah-beyaz bir dünyanın tarifidir.


Bir insanın dış dünyayla bağlantı kurmasında, hafızasının çalışmasında, beyninin öğrenme görevini yerine getirmesinde rengin önemi çok büyüktür. Çünkü insan, olaylar ve mekanlar, kişiler ve nesneler arasında ancak dış görünüşleri ve renkleri sayesinde sağlıklı bir bağlantı kurar. Sadece ses ya da dokunma, cisimleri tanımlamada yeterli olmaz. İnsan için dış dünya ancak renkleriyle bir bütündür ve bir anlam ifade eder.
Renklerin çeşitliliğinin bize olan faydası sadece çevremizi tanımamız değildir. Doğada yer alan kusursuz renk uyumu insan ruhuna büyük bir zevk verir. Ancak burada dikkat edilmesi gereken bir nokta vardır: İnsanın bu uyumu görebilmesi ve bütün detaylarından zevk alması için de ona çok özel bir tasarımı olan gözler verilmiştir. Canlılar aleminde renkleri en ince ayrıntısına kadar algılayabilen en fonksiyonel göz, insan gözleridir. Öyle ki insan gözü milyonlarca renge karşı duyarlıdır.1 Görüldüğü gibi mükemmel bir şekilde çalışan insandaki göz mekanizması renkli bir dünyayı görebilmek için özel olarak tasarlanmıştır.
Dolayısıyla dünya üzerinde, evrendeki böyle bir düzenin varlığını anlayabilecek tek varlık, akıl sahibi olan insandır. Bütün bu bilgilerin ışığı altında ortaya şu sonuç çıkmaktadır:
Yeryüzündeki ve gökyüzündeki her ayrıntı, her desen, her renk insanın bu düzeni anlayıp kavraması ve bunun üzerinde düşünmesi için yaratılmıştır. Doğadaki tüm renkler insan ruhuna zevk verecek şekilde düzenlenmiştir. Hem canlılarda hem de cansız dünyada kusursuz bir simetri ve renk uyumu hakimdir. Bu özel durum karşısında düşünen bir insanın aklına son derece önemli bazı sorular gelecektir.
Yeryüzünü renkli kılan nedir?
Dünyamızı olağanüstü güzel kılan renkler nasıl oluşmaktadır?
Yeryüzündeki renk çeşitliliği ve renkler arasındaki uyumun tasarımı kime aittir?
Tüm bunların bir tesadüfler zincirinin oluşturduğu amaçsız değişimlerle meydana geldiği söylenebilir mi?
Elbette ki böyle bir şeyi hiç kimse söyleyemez. Kontrolsüz tesadüfler değil milyonlarca rengi, hiçbir şeyi oluşturamazlar. Örneğin bir kelebeğin kanatlarını düşünün; veya herbiri birer sanat harikası görünümündeki rengarenk çiçekleri. Bunların bilinçsiz bir sürecin sonucunda oluştuğunu söylemek, sağlıklı bir akıl için elbette ki mümkün değildir.
Bu gerçeği şöyle bir örnekle de rahatlıkla görebiliriz. Bir insan doğadaki ağaçları, çiçekleri sergileyen bir tablo gördüğünde bu tablodaki renk uyumunun, düzenli şekillerin, bilinçli tasarımın tesadüfen oluştuğunu iddia etmez, hatta bunu aklına bile getirmez. Bu kişinin karşısına birisi çıksa ve dese ki, "şurada gördüğün boyalar rüzgar sonucu devrildiler, bir süre sonra yağmurun vs. etkisiyle ve aradan geçen uzun bir zamanın sonucunda ortaya böyle bir resim çıktı". Bu iddianın sahibine inanılmayacağı kesindir. Burada son derece ilginç bir nokta vardır. Akıl dışı olan böyle bir iddiada bulunmaya kimse yeltenmez bile ama her nasılsa doğada gördüğümüz kusursuz renk ve simetrinin böyle bilinçsiz bir süreçle meydana geldiği iddia edilebilmekte, hatta bu konuda evrimciler tarafından "tesadüf tezleri" hazırlanmakta ve çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bu konuda asılsız iddialar öne sürmekte tereddüt bile edilmemektedir.
Görüldüğü gibi bu, açıkça körlüktür. Üstelik bunun anlaşılması da son derece zordur. Biraz düşünmeye başlayıp bu körlükten kurtulan kişi ise, dünyada son derece mucizevi bir ortamda yaşadığını anlayacaktır. Ve insan, yaşamı için en uygun şartlara sahip olan bu ortamın tesadüfen meydana gelemeyeceğine de tam anlamıyla kanaat getirecektir.


Düşünen insan nasıl ki bir tablonun ressamı olduğunu ilk baktığı anda anlıyorsa, çevresindeki rengarenk, ışıl ışıl, simetrik ve son derece estetik ortamın da bir Yaratıcı'sı olduğunu aynı şekilde anlayacaktır.
Bu Yaratıcı; yaratmada hiçbir ortağı olmayan, her şeyi birbiriyle uyum içinde yaratan, bizi milyonlarca renkle bezenmiş sayısız güzelliğin bulunduğu bu dünyaya yerleştiren Allah'tır. Allah'ın yaratmasında her şey birbiriyle tam bir uyum içindedir. Allah, yaratma sanatındaki eşsizliği Kuran ayetlerinde şöyle haber vermektedir:
O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun? Sonra gözünü iki kere daha çevirip-gezdir; o göz (uyumsuzluk bulmaktan) umudunu kesmiş bir halde bitkin olarak sana dönecektir. (Mülk Suresi, 3-4)

İNSAN BEDENİNDEKİ HABERCİ !!


Siz bu yazıyı okurken, hiçbir şey hissetmeden ve hiçbir karışıklık olmadan vücudunuzda çok sayıda işlem gerçekleşir. Kalbinizin bir dakikada kaç kez atacağı, kemiklerinizde depolanan kalsiyum oranı, kanınızdaki şeker yoğunluğu, böbreklerinizin dakikada süzdüğü su miktarı ve bunlara benzer binlerce detay vücudunuzdaki hücrelerin uyumlu çalışması sayesinde gerçekleşir. Vücudunuzda 100 değil, 1000 ya da bir milyar değil, yaklaşık 100 trilyon hücre vardır. Peki bu kadar çok sayıda hücrenin uyumunu sağlayan nedir? İşte bu uyumu sağlayan vücudunuzdaki hormonal sistemdir.

Bezelye tanesi büyüklüğündeki hipofiz bezi, hormonların yöneticisi ve düzenleyicisidir. Beynin "hipotalamus" isimli bölgesinin kontrolü altında çalışır. Küçük bir et parçası görünümünde olan hipofiz bezi, hipotalamustan gelen bilgiler sayesinde sizin hangi şartlarda neye ihtiyacınız olduğunu, bu ihtiyacı gidermek için hangi organınızdaki hangi hücrelerin çalışması gerektiğini, bu hücrelerin kimyasal mekanizmalarını, fiziksel yapılarını, üretilmesi gereken ürünleri ve üretimin durdurulması gerektiği zamanı bilir. Ayrıca çok özel bir haberleşme sistemi sayesinde bu ihtiyaçların karşılanması için gerekli yerlere bütün emirleri verir. Örneğin, insan vücudu ergenlik döneminin sonuna kadar gelişir. Trilyonlarca hücre bölünerek çoğalır, böylece doku ve organların büyümesi sağlanır. Belirli bir büyüklüğe ulaşıldığında dokularda büyüme faaliyeti durur. İşte ne kadar büyümeniz gerektiğini bilen ve bu büyüklüğe ulaştığınızda büyümenizi durduran hipofiz denilen bezdir. Hipofiz aynı zamanda vücudunuzdaki karbonhidrat ve yağ metabolizmasını düzenler. Gerektiği zaman hücrelerinizde yapılan protein üretimini artırır.

Siz sadece bir baş dönmesi ya da bir rahatsızlık hissedersiniz ve bunun üzerine bir süre dinlenirsiniz ve rahatsızlığınız geçer. Eğer bu rahatsızlığın nedeni kan basıncınızın düşmesi ise hipofiz bezi hemen devreye girer. Hipofizin salgıladığı moleküller, damarların etrafındaki kasların büzülmesini sağlar. Milyonlarca kasın büzülmesi ve damarların küçülmesi kan basıncını artırır; siz de kendinizi iyi hissedersiniz.

Hipofiz bezi hormonların toplu olarak salgılandığı bölgelerden sadece biridir. Bunun dışında böbreküstü bezi, pankreas, eşeysel bezler, tiroid bezleri gibi bölgelerde de hayatın devamı için son derece önemli hormonlar salgılanır. Bu bölgelerden herhangi birinin bozulması veya eksik çalışması durumunda hayatın sürdürülmesi imkansız hale gelir. İnsan vücudundaki diğer sistemler gibi hormonal sistem de kusursuz bir bütünlük içinde çalışır. Bu bütünlüğü sağlayan, insan vücudundaki bu kusursuz haberleşme sistemini yaratan hiç kuşkusuz ki yüce Allah'tır.

HÜCRE VE YARATILIŞ


Bugün sizin bedeninizi oluşturan yaklaşık 100 trilyon hücrenin tamamı, tek bir hücreden çoğalarak meydana gelmişlerdir. Şu an sahip olduğunuz hücrelerle aynı bilgiye sahip olan bu tek hücre de, annenizin yumurta hücresi ile babanızın sperm hücresinin birleşimiyle ortaya çıkmıştır.
Allah, Kuran'da insanlara, kimi zaman göklerdeki ve yerdeki, kimi zaman da canlılardaki yaratılış mucizelerini, Kendi varlığının delilleri olarak örnek gösterir. Bu delillerin en önemlilerinden biri de, sözünü ettiğimiz konu, bir diğer ifadeyle insanın kendi yaratılışındaki mucizelerdir.
İnsan bedenini oluşturan 60-70 kiloluk et ve kemik kütlesinin özü başlangıçta bir damla suda toplanmıştır. Akıl sahibi, duyan, gören, işiten ve vücut yapısı olarak oldukça karmaşık bir yapıda olan insanın bir damla sudan meydana gelmesi şüphesiz ki olağanüstü bir gelişimin sonucudur. Bu gelişim ise, elbette başıboş bir sürecin, rastgele oluşan tesadüflerin değil, ancak bilinçli bir Yaratılışın sonucunda gerçekleşmektedir.
Anne rahmindeki büyüme süreci 9 ay boyunca kusursuzca devam eder. İlk başta tek bir su damlası olarak buraya girmiş olan cenin, giderek tam bir insana dönüşür. Eğer bu dönüşüm içinde en ufak bir uyumsuzluk olsa, cenin kaçınılmaz şekilde can verebilir. Örneğin eğer beyin, kafatası kemiklerinden daha hızlı büyüse, ceninin beyni sıkışacak ve zarar görecektir. Aynı durum kemik-doku uyumu, gözler, akciğerler, kalp gibi diğer pek çok organ ve bunları çevreleyen kemikler için de geçerlidir. Organların uyumlu gelişimi de çok önemlidir. Eğer dolaşım sistemi oluşurken böbrekler geç kalsa, kan temizlenemeyecek ve vücut zehirlenecektir.
Ancak bunların hiçbiri gerçekleşmez ve dünyaya gözlerini açacak olan genç insan, bir aşamadan bir başka aşamaya kusursuzca geçirilerek yaratılır.
Önce sadece tek bir damla su iken onu yaratıp düzgün bir insan kılan tek kudret ise, Alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'tır.
Allah, insanı nasıl yarattığını Kuran'da şöyle anlatmaktadır:
İnsan, 'kendi başına ve sorumsuz' bırakılacağını mı sanıyor?
Kendisi, akıtılan meniden bir damla su değil miydi?
Sonra bir alak (embriyo) oldu, derken (Allah, onu) yarattı ve bir 'düzen içinde biçim verdi.'
Böylece ondan, erkek ve dişi olmak üzere çift kıldı.
(Öyleyse Allah,) Ölüleri diriltmeye güç yetiren değil midir? (Kıyamet Suresi, 36-40)

Kuşkusuz bu gerçek karşısında insana düşen, kendisini bir damla sudan yaratarak, gören, işiten, düşünen bir insan kılan Rabbine daima şükredici olmaktır.